Duyurular

EGEÇEP’TEN DOĞAYI KATLEDECEK YASA DEĞİŞİKLİĞİNE KARŞI ANAYASA MAHKEMESİNE İPTAL DAVASI VE İTİRAZ BAŞVURULARINA KATKI

19.07.2025 Tarihli 7554 Sayılı BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN’UN 1., 2., 3., 4. ve 11. MADDELERİNİN  
ANAYASAYA, ULUSLARARASI KORUMA SÖZLEŞMELERİNE VE ÇEVRE HUKUKUNA AYKIRILIKLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ ÇALIŞMASI

Çorum Milletvekili Oğuzhan Kaya ve Zonguldak Milletvekili Ahmet Çolakoğlu ile 113 milletvekilinin imzasını taşıyan 2/3159 esas numaralı, 215 sıra sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi 19.07.2025 tarihli bileşiminde kabul edilerek 7554 Sayılı BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN adını aldı.

Kanun 24.07.2025 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2025/07/20250724-1.htm Yasanın getirdiği düzenlemeler geri dönüşü olanaksız ekolojik yıkımlara yol açacak niteliktedir. Bu çalışma, Anayasa Mahkemesi’ne yapılacak iptal başvurusu ve devam eden davalarda ileri sürülebilecek Anayasa Mahkemesi’ne itiraz başvurularına katkı ve kamuoyu bilgilendirilmesi için yapılmıştır.

EGEÇEP – Ege Çevre ve Kültür Platformu Hukuk Kurulu

Torba Kanun değişikliği ile Çevre Kanunu, Maden Kanunu, Mera Kanunu, Elektrik Piyasası Kanunu ile Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanun’da açık, Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun’da gizli değişikliğe gidildi.

Doğa yasalarını, Türkiye Cumhuriyeti’nin taraf olduğu çevre koruma sözleşmelerini, Anayasa ve koruma yasalarını yok sayan, müşterek doğal varlıklara fütursuzca saldırıların önünü açan bir yasayla karşı karşıyayız.

Türkiye’de madencilik mevzuatı yaklaşık 20-25 yıllık süreçteki değişikliklerle çevre korumadan uzaklaşan, ne pahasına olursa olsun madenciliğin önünü açan nitelikte oldu. Bu değişikliklerle 1990’lı yıllarda etkili olan Bergama-Ovacık Altın Madeni’ne karşı mücadelede elde edilen toplumsal ve hukuksal kazanımları boşa düşürmek, benzer kitlesel karşı çıkışların önüne geçmek amaçlandı.

Madencilikle ilgili yasalarda en kapsamlı değişiklik 26.05.2004 tarihli 5177 Sayılı MADEN KANUNUNDA VE BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA İLİŞKİN KANUN’du. Kanun ironik şekilde dünya çevre gününde 5 Haziran 2004 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Kanun değişikliğine toplumsal olarak büyük tepkiler oldu. Anayasa Mahkemesi’ne iptal davası açıldı. Anayasa Mahkemesi 15.01.2009 tarihli E: 2004/70 K: 2009/7 sayılı kararı ile yasa değişikliğinin bir takım maddelerini iptal etti (R:G:11 Haziran 2009).

5177 Sayılı Kanun değişikliğinden sonra yapılan pek çok yasa değişikliği ile madencilik meselesi hep tartışma konusu oldu. 7554 Sayılı BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN da TBMM’de yapılan görüşmeler sırasında çok tartışıldı. Bu çalışmada 7554 Sayılı Yasanın 1.(Birinci), 2.(İkinci), 3.(Üçüncü), 4.(Dördüncü) ve 11.(On birinci) maddeleri ile yapılan değişikliklerinin Anayasaya, Uluslararası Çevre Koruma Sözleşmelerine, kısacası Çevre Hukukuna olan aykırılıkları incelenecektir. Çalışma geliştirilmeye açıktır. 

  1. ÇEVRESEL ETKİ DEĞERLENDİRİLMESİNİN (ÇED) ETKİSİZ HALE GETİRİLMESİ.

7554 Sayılı Kanunun 1. maddesi ile Çevre Kanunu’nun 10. maddesinde değişikliğe gidildi. Buna göre;

  • ÇED Yönetmeliği EK-1 listede yer alan ÇED zorunlu projeler için de ÇED olumlu kararı beklenmeden teşvik, onay, izin ve ruhsat süreçleri başvuruları  yapılabilecek.
  • ÇED Yönetmeliğinin EK-2 listesinde yer alan projeler için ÇED kararı aranmadan her türlü izin, ruhsat verilebilecek, yatırıma başlanabilecek.  Örneğin;  25 hektardan aşağı arazi yüzeyindeki açık maden işletmeleri, maden arama projeleri, asbest içeren yapı ve tesislerin sökülmesi / yıkılması, golf tesisleri, yat yanaşma/bağlanma yerleri, ham deri işleme tesisleri, hurda demir ve/veya çelikten çelik üreten tesisler için çevresel etki değerlendirmeleri yapılmadan her türlü izin ve ruhsat verilecek. Bu şekilde ÇED Yönetmeliği EK-2 listede yer alan projelerin çevresel etki değerlendirmesinin yapılıp yapılmadığına dair idari ve kamuoyu denetimi ortadan kalkacaktır.

Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED), Çevre Hukukunun çok önemli bir konusunu, mekanizmasını oluşturur. Bir hukuk disiplini olarak çevre hukukunun doğuşu 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra karşımıza çıkar.  Bilimsel devrim, insanın aklı ile doğal süreçleri yönetebileceği kavrayışını getirdi. Bu anlayış, insanın doğaya daha fazla müdahale etmesi sonucunu doğurdu. Sanayi devrimi ile ortaya çıkan kirliliğin insan sağlığını bozması üzerine çevre hakkı kavramı ortaya atıldı.  Özellikle 20. yüzyılda yaşanan teknolojik gelişmeler ve hızlı sanayileşme, sanayi atıklarının çevre üzerindeki olumsuz etkileri ile insan ve çevre sağlığını tehdit edici boyutlara ulaştı. Çevre sorunlarındaki artış aynı zamanda çevre ile ilgili tedbir alınması gerekliliğini de ortaya çıkardı. Sorunun küresel olması, önlemler için de uluslararası düzenlemeler yapılmasını zorunlu kıldı. 

ÇED, Çevre Hukukunun ilkelerinden olan önleme ilkesinin en somut uygulamasıdır. Önleme ilkesi kısaca, meydana gelmeden önce zararın ortaya çıkmasını önlemektir. Çevre üzerinde olumsuz sonuçlar doğurabilecek faaliyetlerin en erken aşamada engellenmesidir. Önleme ilkesi, Çevre Hukukunun en önemli ilkesi olan ihtiyat ilkesinin çekirdeğini oluşturur.  Önleme ilkesine  bir çok ulusal ve uluslararası hukuk metinlerinde yer verilmiştir. Çevre Hukukunun onarma, düzeltme, temizleme gibi giderici araçların hepsi önleme ilkesinin uygulamalarıdır. ÇED planlama, yasaklama, en iyi teknolojiyi kullanma, izin sistemi gibi en önemli önleme ilkesi uygulamalarıdır. Önleme ilkesine, Çevre Kanunu’nun “İlkeler” başlıklı 3. maddesinin (a) ve (b) bentlerinde “kirliliğin önlenmesi” ve “çevrenin bozulmasının önlenmesi” şeklinde yer verilir. Bu görev, başta idare olmak üzere, meslek odalarına, birliklere, sivil toplum kuruluşlarına ve “herkes”e yüklenmiştir. Kanun’un “Kirletme yasağı” başlıklı 8. maddesinin ikinci fıkrasında bu ilke; “kirlenme ihtimalinin bulunduğu durumlarda ilgililerin, kirlenmeyi önlemekle yükümlü olduğu” şeklinde düzenlendi.

Yaklaşık 70-80 yıllık sürecinde Çevre Hukukunda, çevre hakkının, bilgiye erişim, karar alma süreçlerine katılım ve adalete erişim şeklinde 3 temel unsuru olduğu kabul edilmiştir. ÇED süreçleri, bilgiye erişim, karar süreçlerine katılım ve adalete erişim haklarının tamamının eksiksiz sağlanması halinde önleme işlevini görebilecektir.

Çevre Kanunu’nun Tanımlar başlıklı 2. maddesine göre; Çevresel etki değerlendirmesi: “Gerçekleştirilmesi planlanan projelerin çevreye olası olumlu ve olumsuz etkilerinin belirlenmesinde, olumsuz yöndeki etkilerin önlenmesi ya da çevreye zarar vermeyecek ölçüde en aza indirilmesi için alınacak önlemlerin, seçilen yer ile teknoloji alternatiflerinin belirlenerek değerlendirilmesinde ve projelerin uygulanmasının izlenmesi ve kontrolünde sürdürülecek çalışmaları” ifade eder. Aynı tanım Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin madde 4/1-e’de de yer almaktadır.

Anayasa’nın 17/1. maddesine göre; “.. Herkes yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir..”  Anayasa’nın 56/2 maddesine göre de “…çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir…” Anayasanın 56. maddesi ile sadece bizlerin değil, gelecek nesillerin de yaşama hakkı güvence altına alınmıştır. Bu çerçevede, insan ve canlı yaşamının devamlılığı adına, sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının bir insan hakkı olarak ve kamusal bir anlayışla ele alınması gerekir.

Anayasa’nın 90. maddesine 5170 / 7 no’lu kanunla eklenen maddeye göre; ‘’Usulüne göre  yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri dikkate alınır.’’  Bilindiği gibi, Anayasanın 56. Maddesi ‘’temel haklar ve ödevler’’ bölümünde düzenlenmiş ve ‘’çevre hakkı’’ yeni kuşak haklarından olup, temel hak ve özgürlüklere ilişkin sözleşmeler kapsamında mütalaa edilmektedir.

Anayasanın 90. maddesi uyarınca ÇED uygulamasında dikkate alınması zorunlu olan çevre koruma sözleşmelerine örnekler;

  • 1972 Stockholm Birleşmiş Milletler İnsan Çevresi Konferansı Deklarasyonu’nun 1. maddesine göre;  “…İnsanın, hürriyet, eşitlik ve yeterli yaşam koşullarını sağlayan onurlu ve refah içinde bir çevrede yaşamak temel hakkıdır. İnsanın bugünkü ve gelecek nesiller için çevreyi korumak ve geliştirmek için ciddi bir sorumluluğu vardır…”,

2. maddesine göre de; “…bugünkü ve gelecek nesiller için ihtiyaca göre özenli planlama veya yönetim ile dünyanın doğal kaynakları, hava, su, toprak, flora ve fauna dahil, özellikle de doğal ekosistemleri temsil eden örnekler korunmalıdır…”

  • 1992 – Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Üzerine Rio Zirvesi Sonuç Deklarasyonu;

* İnsanlar, doğa ile uyum içinde sağlıklı ve verimli bir hayata layıktır.

* Çevre konuları en iyi şekilde, ancak ilgili bütün vatandaşların katılımı ile yönetilir.Devletler, geniş çapta çevre bilgilendirmesi yaparak kamuoyu aydınlatılmasını vekatılımı gerçekleştirecek ve teşvik edecektir.

  • 1992 – BM-Rio-Gündem 21 Sözleşmesi  (R.G; 25/7/1995-22534 mük. sh.157)

* Hükümetler, iş çevreleri ve kalkınma kuruluşları, kalkınma projelerinin biyolojik çeşitlilik üzerine etkisinin nasıl değerlendirileceğini ve bu çeşitliliği kaybetmenin maliyetinin nasıl hesaplanacağını öğrenmelidirler. Önemli etkileri olabilecek projelerde, halkın geniş ölçüde katılmasıyla çevresel etki değerlendirmesi yapılmalıdır.

* Kişiler, gruplar ve kuruluşlar, özellikle kendi toplumlarını etkileyebilecek çevre ve kalkınma kararlarını bilmeli ve bunlara katılmalıdır. İnsanlara kararlar hakkında bilgi vermek için, ulusal hükümetler, kişilerin çevre ve kalkınma konularıyla ilgili bütün bilgilere ulaşmasını sağlamalıdır. Bu bilgi, çevre üzerine önemli etkisi olan veya olabilecek olan üretim veya faaliyetleri ve çevre koruma önlemlerini içermelidir.

  • 1992-BM-Rio-Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi-(4177 no lu kanunla onay;27/12/96-22860)

* Madde 14./1 (a); Sözleşen devletler; biyolojik çeşitlilik için önemli olumsuz etkiler doğurabilecek mevcut proje önerilerinin, bu olumsuz etkileri engellemeye veya en aza indirmeye yönelik bir çevresel etki değerlendirmesine tabi tutulmasını öngören uygun işleyişleri yürürlüğe koyacak ve elverdiğince halkın da bu işleyişlere katılmasını sağlayacaktır.

  • 1979-Avrupa Konseyi-Avrupa’nın Yaban Hayatı ve Yaşama Ortamlarını Koruma BERN Sözleşmesi ( 20/2/1984-18318) 

Madde 3;  Her akid taraf, yabani flora ve fauna ile doğal yaşama ortamlarının, bilhassa nesli tehlikeye düşmüş ve düşebilecek türlerin, özellikle endemik olanlarının ve tehlikeye düşmüş yaşam ortamlarının, bu sözleşme hükümlerine uygun olarak muhafazası amacıyla ulusal politikalarını geliştireceklerdir. Her akit taraf, planlama ve kalkınma politikalarını saptarken ve kirlenme ile ilgili mücadele önlemlerini alırken, yabani flora ve faunanın muhafazasına özen göstermeyi taahhüt eder.   

Anayasa Mahkemesi kararlarında çevresel etki değerlendirmesinin önemi anlatılmaktadır; 

Anayasa Mahkemesi E: 2006/99 K: 2009/9 15.01.20009 tarihli norm denetimi kararı

“…Anayasa’nın 56. maddesinin birinci ve ikinci fıkrasında ‘Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.’ hükmü yer almaktadır.

Anayasa’nın 56. maddesinin gerekçesinde, vatandaşın korunmuş çevre şartlarında, beden ve ruh sağlığı içinde yaşamını sürdürmesini sağlamanın Devletin ödevi olduğu, Devletin hem kirlenmenin önlemesi hem de tabiî çevrenin korunması ve geliştirilmesi için gereken tedbirleri alması gerektiği belirtilmiştir.

(…)

Günümüzde çevrenin kirlendikten veya bozulduktan sonra eski hale getirilmesinin çok külfetli olması, hatta kimi durumlarda olanaksız bulunması nedeniyle, kirlenen çevreyi temizleme veya bozulan çevreyi onarma yerine, olumsuz etkileri baştan önlemenin yöntemleri aranmaktadır. ÇED, kalkınma ve ekonomik gelişme için yapılacak yatırım ve faaliyetlerin, doğayı tahrip etmeden ve çevreyi kirletmeden gerçekleştirilmesinde kullanılan yöntemlerden birisidir. ÇED ile korunmaya çalışılan temel unsur, çevre ve bu çevre içerisindeki varlıklardır…”

Anayasa Mahkemesi Başvuru Numarası : 2017/33865 K.Tarihi : 1/11/2023 (RG: 20.05 2024)- Cerattepe Kararı

“…55. Çevresel meseleler bağlamında devletin usule ilişkin yükümlülükleri daha önce Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında ortaya konulmuştur. Buna göre muhtemel olumsuz çevresel etkilerin önlenmesi veya en aza indirilmesi amacının gerçekleştirilebilmesi için sürece dâhil olan söz konusu tarafların menfaatlerinin titizlikle değerlendirilmesi, bu değerlendirmenin sağlıklı şekilde yapılabilmesi için de ilgili tarafların sürece etkin katılımının sağlanması gerektiği tartışmasızdır (Mehmet Kurt, §§ 61-66; Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, §§ 64, 65; Ahmet İsmail Onat, §§ 79-81; Fevzi Kayacan (2), §§ 56-61; Ahmet Bilgin ve diğerleri, § 56).

(…)

57. Bu bağlamda söz konusu çevresel etki kapsamında karşı karşıya gelen menfaatler arasında adil bir dengenin tesis edilip edilmediğinin tespit edilmesi gerekir. Bu alanda kamusal makamların sahip olduğu geniş takdir yetkisi dikkate alındığında çevresel meseleler bağlamında Anayasa Mahkemesinin görevi, söz konusu çevresel rahatsızlığın nasıl sonlandırılacağı veya etkilerinin nasıl azaltılacağının bizzat belirlenmesi değildir. Bununla birlikte Anayasa Mahkemesi, yargısal makamlar başta olmak üzere kamusal makamların konuya gereken özenle yaklaşıp yaklaşmadıklarını ve ilgili tüm menfaatleri gözetip gözetmediklerini değerlendirmek durumundadır (Mehmet Kurt, § 78; Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, §§ 70, 71; Ahmet İsmail Onat, § 87; Fevzi Kayacan (2), §§ 66, 67; Ahmet Bilgin ve diğerleri, § 61).

58. Karmaşık çevresel sorunların ele alınıp çözümlenmesi aşamasında karar süreci, çevreye ve kişi haklarına zarar verebilecek faaliyetlerin etkilerini önceden değerlendirecek ve önleyecek şekilde tesis edilmelidir. Böylece bireysel ve kamusal menfaatler arasında adil bir denge tesis edilerek karşıt görüşlerin dile getirilmesine olanak tanıyacak gerekli etüt ve değerlendirmelerin gerçekleştirilmesi sağlanacaktır. Bu bağlamda söz konusu sürece ilişkin bilgilere erişim ve karar alma sürecine aktif katılımın yanı sıra karardan etkilenebilecek olan bireylerin karar alma sürecinde görüş ve menfaatlerinin yeterince dikkate alınmadığını dile getirebilmek için konuyla ilgili her türlü tasarrufa karşı yargısal başvuru hakkına sahip olmaları ve iddialarının yargısal makamlarca özenli bir şekilde değerlendirilmesi son derece önemlidir (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, § 75; Ahmet İsmail Onat, § 94; Fevzi Kayacan (2), § 71; Ahmet Bilgin ve diğerleri, § 62). Bu anlamda anılan anayasal güvenceleri gözeten bir yargılama süreci yürütülmesi ve neticede ulaşılan sonucun konuyla ilgili ve yeterli gerekçelerle açıklanması gerekir…”

Çevresel Etki Değerlendirmesinin önemi AİHM kararlarında da vurgulanmaktadır.

“…Bir Devlet için çetrefil nitelikteki çevresel ve ekonomik sorunların ele alınıp, çözümlenmesi aşamasında, karar süreci, her şeyden önce, çevreye ve kisi haklarına zarar verebilen faaliyetlerin etkilerini önceden önleyecek ve değerlendirecek şekilde tesis edilmelidir. Böylece çeşitli menfaat çatışmaları arasında adil bir denge tesis edilerek; karşıt görüşlerin dile getirilmesine olanak sağlayacak gerekli etüt ve anketlerin gerçekleştirilmesi sağlanacaktır. Bu inceleme sonuçlarına ve karşı karşıya kaldıkları tehlikeyi değerlendirmeye olanak sağlayan bilgilere halkın erişebilmesinin önemi şüphe götürmez. Nihayet, karardan etkilenecek olan tüm bireyler, karar süreci içinde görüş ve menfaatlerinin yeterince dikkate alınmadığını dile getirebilmek için, konuyla ilgili her türlü tasarrufa karsı yargısal başvuru hakkına sahip kılınmalıdır…” (AİHM-  ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TAŞKIN VE DİĞERLERİ/TÜRKİYE 46117/99 – 10 Kasım 2004)

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. maddesi yaşam hakkını mutlak ve vazgeçilemez temel insan haklarının başında sayar. Çünkü yaşam hakkı, diğer temel hak ve özgürlüklere sahip olmanın ön koşulu olup, diğer hakların söz konusu olabilmesi, sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının gereği gibi sağlanmasına bağlıdır. Çevre hakkı ile yaşam hakkı bu nedenle anlamlı bir bütün oluşturmaktadır.

Çevre hakkının ise bilgiye erişim, karar alma süreçlerine katılım ve adalete erişim şeklinde 3 temel unsuru olduğu genel kabul görür. Bunun düzenlendiği en önemli hukuk metni olan Çevresel Konularda Bilgiye Erişim, Çevresel Karar Verme Sürecine Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuru Sözleşmesi (Aarhus Sözleşmesi) ile çevre hukukunun gelişiminde yeni bir dönem başlamıştır. Türkiye, bu sözleşmeye taraf olmamakla birlikte AİHM Türkiye’nin taraf olduğu kararlarında ve Anayasa Mahkemesi’nin bazı kararlarında Aarhus Sözleşmesi hükümlerine dayanır. Örneğin; (Anayasa Mahkemesi Bireysel Başvuru Numarası; 2013/2552, Karar Tarihi; 25.12.2016)  Diğer yandan Avrupa Konseyi Parlamentosu 27 Haziran 2003 tarihinde, çevre ve insan hakları konusundaki 1614 (2003) sayılı Tavsiyeyi kararında; “…İnsan Hakları Avrupa Anlaşması’nın 2,3 ve 8. maddeleri ile anlaşmayı Kabul Protokolü’nün 1. maddesi ile garanti edildiği şekli ile aile ve özel hayata, sağlığa, hayata, şahsın fiziksel bütünlüğüne ve iyiliğine uygun bir korumayı sağlamak, aynı zamanda çevreyi koruma gereksinimi de özellikle hesaba katmak gerekir. İnsanlara sağlıklı, yaşanabilir ve haklara sahip bir çevrede yaşama hakkının tanınması, Devletlerin çevreyi milli yasalar ile, tercihen Anayasa düzeyinde koruma zorunluluğunu da kapsar. Aarhus Anlaşması tarafından tanınan, çevresel bilgilere, karar prosedürlerine ve çevre konulu mahkemelere halkın katılım hakkının ve bireysel hukuk haklarının garanti edilmesi….” ni kararlaştırmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Avrupa Konseyi üyesi olmakla, 1614 sayılı tavsiye kararı gereğince, sağlıklı çevrede yaşama hakkı ile ilgili değerlendirme yapılırken Aarhus Sözleşmesi hükümlerinin gözetilmesi gerekir. 

Anayasanın 90. maddesinin son fıkrasının üçüncü cümlesiyle, evrensel ve bölgesel ölçekli uluslararası insan hakları hukukunun kaynaklarını oluşturan sözleşmelerden taraf olduklarımızı, denetim organlarının kararlarını da kapsayacak biçimde ulusal düzenlemelere üstün tutarak doğrudan doğruya uygulama yükümlülüğü getirilmiştir.

7554 Sayılı Kanunun 1.maddesi ile ÇED zorunlu olan projelere ilişkin olarak, henüz ÇED süreci tamamlanıp, ÇED olumlu kararı alınmadan teşvik, onay, izin ve ruhsat süreçlerine başvurulmasına olanak sağlanması, ÇED sürecine baskı yaratacaktır. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı başta olmak üzere ilgili kurum kuruluşların, sivil toplumun ÇED raporunun ayrıntılı tartışılmasını engelleyecektir.

Yasa değişikliği ile Çevre Kanunu’nun 10’uncu maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “veya Çevresel Etki Değerlendirmesi Gerekli Değildir Kararı” ibaresinin çıkartılması ÇED Yönetmeliği EK-2 Listede yer alan Çevresel Etkileri Ön İnceleme ve Değerlendirmeye Tabi Projelerde çevresel etki değerlendirmesinin denetlenmesini ortadan kaldıracaktır. Zira bu projeler için ÇED konusunda verilen karar aranmadan onay, izin, teşvik, yapı ve kullanım ruhsatı verilebilecek; proje için yatırıma başlanabilecek ve ihale edilebilecektir.

Bu nedenlere 7554 Sayılı Kanunun 1. maddesi,  Anayasanın 17. ve 56. maddesi ile Anayasanın 90. maddesi anayasa aykırılığı dahi ileri sürülemeyecek uluslararası çevre koruma sözleşmelerine aykırıdır.

  • 2) ANAYASAL YETKİLER AŞILARAK STRATEJIK KRITIK MADENLER” İN BELİRLENMESİ, IV. GRUP, STRATEJİK VE KRİTİK MADENCİLİK PROJELERİNDE YETKİLİ VE GÖREVLİ İDARELERİN, KAMU KURUM VE KURULUŞLARININ YETKİLERİNİ ORTADAN KALDIRAN “KURUL” OLUŞTURULMASI;

7554 Sayılı Kanunun 2. maddesi ile 3213 sayılı Maden Kanununun Tanımlar başlıklı 3’üncü maddesine yeni tanımlar eklenmiştir. Bu çalışmada eklenen tanımlardan KURUL incelenmiştir.

Kurul: Cumhurbaşkanı tarafından görevlendirilen Cumhurbaşkanı yardımcısının başkanlığında; Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı, Hazine ve Maliye Bakanı, Sanayi ve Teknoloji Bakanı ile izinler hakkında karar vermeye yetkili bakanlıkların bakanlarından oluşan, çalışma usul ve esasları Cumhurbaşkanlığı tarafından çıkarılan yönetmelikle düzenlenen kurul.”

Değişiklikle getirilen “Kurul”un, Kanun Değişikliğinin 3. maddesiyle 3213 sayılı Kanunun 7’nci maddesine eklenen aşağıdaki fıkra ve Kanun Değişikliğinin 4. maddesi ile yeniden düzenlenen Maden Kanunu 8. maddesinin birlikte değerlendirilmesi gerekmektedir.

“Üçüncü veya dördüncü fıkra uyarınca ilgili kurum tarafından IV. Grup ile stratejik veya kritik madenlere izin verilmeyen hâllerde; sahanın rezerv potansiyeli, yeri, cinsi ve ekonomiye katkısı gibi hususlar dikkate alınarak Bakanlıkça yapılacak başvuru üzerine izin hakkında nihai karar, üstün kamu yararı çerçevesinde Kurul tarafından verilir. Kurul, madencilik faaliyeti lehine karar verirse ilgili kurum bir ay içinde izin kararını Genel Müdürlüğe gönderir ve ruhsat düzenlenir.”

Maden Kanunun yeni düzenlenen 8. maddesi;

“Stratejik veya kritik madenler:

MADDE 8- Arz kesintisi veya yüksek fiyat artışı hâlinde ciddi ekonomik sorunlar veya güvenlik zafiyeti doğurabilecek, sanayi üretiminin temel girdilerinden olan ve yüksek arz riski taşıyan madenler, kritik maden olarak kabul edilir.

Ulusal güvenlik ve ekonomik refah için yüksek öneme sahip olan ve iç veya dış etkenler nedeniyle arzı kısıtlanabilecek madenler, stratejik maden olarak kabul edilir.

Stratejik veya kritik madenler, Millî Savunma Bakanlığı, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Ticaret Bakanlığı ile ilgili kamu kurum ve kuruluşlarının görüşleri alınarak Bakanlık tarafından tespit edilir.

Stratejik veya kritik madenlere ilişkin madencilik faaliyetleri için 4/11/1983 tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu hükümleri doğrultusunda acele kamulaştırma yapılabilir.

Bir önceki yıldaki üretim miktarının yüzde onunu geçmemek kaydıyla stratejik veya kritik madenlerin belirli bir oran veya miktarda ruhsat sahiplerince stoklanmasına Cumhurbaşkanınca karar verilebilir.”

  1. ) Öncelikle Stratejik ve Kritik Madenlerin Tespiti Yönteminin Anayasa uygunluk yönünden incelemekte yarar vardır.

Madenlerin sınıflandırılması Maden Kanunu’nun 2. maddesinde yer almaktadır. Stratejik ve Kritik madenler yeni bir sınıflandırmadır. Üstelik bu sınırlandırmanın ulusal ve ekonomik güvenlik göz önüne alınarak belirleneceği belirtilmiştir. Yeni bir sınıflandırma olduğu için hangi madenlerin stratejik ve kritik madenler olduğu Kanunun 2. maddesinde düzenlenmesi gerekirken bu madde ile yasama organının yetkisinde olan madenlerin sınıflandırılması yetkisi Millî Savunma Bakanlığı, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Ticaret Bakanlığı ile ilgili kamu kurum ve kuruluşlarının görüşleri alınarak Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na devredilmiştir. Üstelik bu tür madenler için acele kamulaştırmaya başvurulabilecek, bu tür madenlerin Cumhurbaşkanı tarafından stoklanmasına karar verilebilecek.

Anayasanın  başlangıç bölümünde Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı” açıkça belirtilmiştir. Egemenlik başlıklı 6. maddesine göre Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz”. Yasama yetkisi başlıklı 7. maddesine göre de; “Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.”

Diğer yandan Anayasanın Tabii Servetlerin ve Kaynakların Aranması ve İşletilmesi başlıklı 168. maddesine göre; “Tabii servetler ve kaynaklar Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Bunların aranması ve işletilmesi hakkı Devlete aittir. Devlet bu hakkını belli bir süre için, gerçek ve tüzelkişilere devredebilir. Hangi tabii servet ve kaynağın arama ve işletmesinin, Devletin gerçek ve tüzelkişilerle ortak olarak veya doğrudan gerçek ve tüzelkişiler eliyle yapılması, kanunun açık iznine bağlıdır. Bu durumda gerçek ve tüzelkişilerin uyması gereken şartlar ve Devletçe yapılacak gözetim, denetim usul ve esasları ve müeyyideler kanunda gösterilir.”

Görüldüğü gibi Anayasanın 168. maddesine göre madencilikle ilgili düzenlemelerin tamamının kanunla yapılması gerekir. Anayasanın 7. maddesine göre kanun yapma yetkisi TBMM’ye aittir. Bu yetki, Anayasanın 6. maddesine göre devredilemez.

Hangi madenlerin Stratejik ve Kritik madenler olduğu kanunla düzenlenmesi gerekirken  Kanun değişikliğinin 4. maddesi ile yapılan Maden Kanununun 8. maddesinin yeni düzenlemesiyle yasama organının yetkisi bakanlığa devredilmiştir. Yürütme organının sınıflandırdığı madenler için özel hükümler uygulanabilecek.

Bu nedenle Kanun Değişikliğinin 4. maddesi, Anayasanın Başlangıç bölümü, 6. 7. ve 168. maddesine aykırıdır.

b) İlgili Bakanlıklar, kurum ve kuruluşların yetkilerini gasp eden KURUL

Kanunun değişikliğinin 2. maddesi ile 3213 sayılı Maden Kanununun Tanımlar başlıklı 3’üncü maddesine eklenen yeni tanımla oluşturulan KURUL, kanun değişikliğinin 3. maddesi ile Maden Kanunun 7. maddesine eklenen fıkra ile sınırsız yetkiyle donatılmıştır.

Çalışma usul ve yöntemleri Cumhurbaşkanlığı tarafından çıkartılacak yönetmelikle belirlenecek Kurul, Cumhurbaşkanı yardımcısı başkanlığında 3 ayrı Bakan ile izinler hakkında karar vermeye yetkili bakanlardan oluşacak. Yani idari bir Kurul söz konusu. Oluşturulan bu Kurul, değiştirilen Maden Kanununun 7. maddesinin 3. ve 4. fıkraları gereğince ilgili kurumlar tarafından IV. Grup ile stratejik ve kritik madenlere izin verilmemesi halinde itirazı inceleyip, kesin olarak karara bağlayacak. Kanunun 7. maddesinin 3. ve 4. maddesi değerlendirmesini aşağıda yapacağız. Burada Kurul’un yetkisini Anayasaya uygunluk yönünden değerlendireceğiz.

Anayasa’nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir.

Anayasa Mahkemesi kararlarında da belirtildiği gibi; Hukuk devleti ilkesinin bir başka gereği ise kanunların kamu yararı amacını gerçekleştirmek üzere çıkarılmasıdır. Kamu yararı kavramından ne anlaşılması gerektiği ortaya konulmuştur. Buna göre, kamu yararı, genel bir ifadeyle, bireysel, özel çıkarlardan ayrı ve bunlara üstün olan toplumsal yararı ifade etmektedir. Kanunun amaç öğesi bakımından Anayasa’ya uygun sayılabilmesi için kanunun çıkarılmasında kamu yararı dışında bir amacın gözetilmemiş olması gerekir. İlgili yasama belgelerinin incelenmesinden kanunun kamu yararı dışında bir amaçla çıkarılmış olduğu açıkça anlaşılabiliyorsa amaç unsuru bakımından Anayasa’ya aykırı olduğu söylenebilir.

Diğer yandan Anayasanın 123. maddesine göre “İdare, kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve kanunla düzenlenir.”

Yasa değişikliğiyle oluşturulan özel Kurul, Anayasa’nın 123. maddesindeki bütünlük ilkesine aykırıdır. İlgili Bakanlıklar ile kamu kurum ve kuruluşlarının yasal yetki ve görevleri kapsamında aldıkları kararların, madencilik faaliyetleri lehine oluşturulan bir Kurul tarafından ortadan kaldırılmasına yol açacak kanun değişikliği kamu yararı amacına aykırıdır. Bu yönden de Anayasanın 2. maddesine aykırıdır.

3) KANUN DEĞİŞİKLİĞİNİN 3. MADDESİYLE YAPILAN MADEN KANUNUNUN 7. MADDESİ DEĞİŞİKLİKLERİ, BELİRLİLİK İLKESI, HUKUKSAL GÜVENLİĞİN SAĞLANMASI, İLKELERİNİ YOK SAYAN, AÇIKÇA ANAYASAYA AYKIRI DÜZENLEMELERDİR

Kanun değişikliğinin 3. maddesi ile Maden Kanununun 7’nci maddesinin ikinci, üçüncü, dördüncü, yedinci ve on birinci fıkraları değiştirilmiş ve yeni bir fıkra eklenmiştir.  Eklenen fıkraya ilişkin değerlendirme yukarıda yapılmıştır. Burada Maden Kanununun 7. maddesinin değiştirilen 2.,3.,4.,7. ve 11. fıkraları değerlendirilecektir.

a.)  Maden Kanununun değiştirilen 7. madde ikinci fıkrası

“Özel çevre koruma bölgeleri, 9/8/1983 tarihli ve 2873 sayılı Milli Parklar Kanununa göre korunan alanlar, sulak alanlar, yaban hayatı koruma ve geliştirme sahaları, ormanlar, 12/3/1982 tarihli ve 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanununa göre ilan edilen kültür ve turizm koruma ve gelişim bölgeleri, turizm merkezleri, 4/4/1990 tarihli ve 3621 sayılı Kıyı Kanununa göre korunması gerekli alanlar, birinci derece askeri yasak bölgeler, 1/5000 ölçekli imar planı onaylanmış alanlar, 21/7/1983 tarihli ve 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu kapsamında kalan sit alanları ile madencilik amacı dışında tahsis edilen ve Genel Müdürlük tarafından uygun görüş verilen elektrik santralleri, organize sanayi bölgeleri, endüstri bölgeleri, petrol, doğal gaz ve jeotermal boru hatları gibi yatırım alanlarına ait koordinatlar ilgili kurumlar tarafından Genel Müdürlüğe bildirilir.”

Değiştirilen fıkra daha önce 10.06.2010 tarihli 5995 Sayılı kanunla düzenlenmiş ve Anayasa Mahkemesi’nin 26.01.2012 tarih ve E.2010/85, K.2012/13 sayılı kararı  (RG. 6 Ekim 2012 )ile anayasaya aykırı bulunmamıştır.

Yapılan değişiklikle MAPEG’e bildirilecek alanlara, yasanın önceki halinden farklı şunlar eklenmiştir:

  •  9/8/1983 tarihli ve 2873 sayılı Milli Parklar Kanununa göre korunan alanların tamamı (Milli Parklar ile sınırlıyken),
  • Sulak alanlar
  • Ormanlar (muhafaza ormanı ile sınırlıyken),
  • 12/3/1982 tarihli ve 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanununa göre ilan edilen kültür ve turizm koruma ve gelişim bölgeleri, turizm merkezleri,
  • 21/7/1983 tarihli ve 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu kapsamında kalan sit alanları ( sadece 1.derece sit alanlarıyken)

b.)  Maden Kanununun değiştirilen 7.madde üçüncü fıkrası

“Ormanlar hariç ikinci fıkra kapsamında bildirilen alanlarda ruhsat düzenlenmeden önce Genel Müdürlük, ilgili kuruma proje hakkında görüşünü sorarak izin talebinde bulunur. İlgili kurum değerlendirmelerini tamamlayarak üç ay içinde izin talebine cevap verir. Bu süre içerisinde cevap verilmemesi durumunda ilgili kuruma Genel Müdürlükçe bir ay ilave süre verilir. Bu süre sonunda da karar bildirilmezse, izin verilmiş sayılır. Verilen izin, işletme ruhsatına geçiş veya temdit değerlendirmelerinde o alanda devam eder. Ancak idarenin projede veya rehabilitasyon projesinde değişiklik talep etmesi mümkündür.”

Bu fıkra değişikliği ile değiştirilen ikinci fıkrada belirtilen ormanların dışındaki alanlarda Genel Müdürlük’ün (MAPEG) ilgili kurumdan görüş sorması ve izin talebinde bulunması, ilgili kurumun da en çok dört ay içinde cevap vermesi,  sessiz kalması halinde izin verilmiş sayılarak maden ruhsatı düzenleneceği, işletme ruhsatına geçiş ve ruhsat süresinin uzatılması aşamalarında ayrıca izin alınmayacağı düzenlenmektedir. Madde düzenlemesinde ilgili kurumun izin vermemesi halinde ne gibi işlem yapılacağı belirsizdir.

Bu yasa değişikliğiyle, Milli Parklar Kanununa göre korunan alanların tamamı (Milli Park, Tabiat Parkı, Tabiat Anıtı, Tabiatı Koruma Alanı), Turizmi Teşvik Kanununa göre ilan edilen kültür ve turizm koruma ve gelişim bölgeleri, turizm merkezleri ile Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu kapsamında kalan sit alanları, belirsizliklerle dolu izin süreçleri sonucunda madencilik faaliyetlerine açılacaktır. Bu alanlar ise korunması gereken alanlardır.

Yasa değişikliği kamu hizmetinin yürütülmesinde pek çok soruna yol açabilecek niteliktedir.

  • Yasanın önceki halinde ruhsat sahibinin alması gereken izinler bu kez ruhsatı düzenleyen MAPEG tarafından alınmaktadır. Bu durum MAPEG ile izin alınacak kamu kurumu arasında gerilimlere yol açabilecektir.
  • İzin için başvurulan kurumun görevlileri araştırma ve incelemelerini 4 ay içinde tamamlayamazlarsa izin vermeme gibi bir yetkileri olamayacaktır. Böylelikle doğası gereği ciddi çevre kirliliği ve bozulmalara yol açan madencilik faaliyetlerinin gereken inceleme yapılmadan başlamasının yolu açılacaktır.
  • İzin verilmemesi gereken durumlarda bundan çekinen görevliler sessiz kalmayı tercih edebileceklerdir. Bu da kamu hizmetlerinin aksaması, görevin ihmali sonuçlarını doğuracaktır.
  • Diğer yandan idare hukukunda (Örneğin 2577 Sayılı Kanunun 10 ve 11. maddeleri) sessiz kalmak talebin zımnen reddedilmesi anlamına gelmektedir. Yasa değişikliğinde bu kural tersine çevrilmektedir.

c)  Maden Kanununun değiştirilen 7.madde dördüncü fıkrası

Devlet ormanları içinde maden aranması ve işletilmesi ile madencilik faaliyeti için zorunlu tesis, yol, enerji, su, haberleşme ve altyapı tesislerine 31/8/1956 tarihli ve 6831 sayılı Orman Kanunu hükümlerine göre Genel Müdürlüğün talebi üzerine üç ay içinde yirmi dört ay süreyle bedelsiz izin verilir. Genel Müdürlükçe talep edilmesi halinde izin süresi on iki ay uzatılır. Genel Müdürlükçe alınan bedelsiz izne ilişkin taahhüt senedi Orman Genel Müdürlüğüne verilir. Ancak verilen bedelsiz iznin işletilmesi, gerçek ve tüzel kişilere devredilmesi veya işlettirilmesi halinde alınması gereken bedeller Orman Genel Müdürlüğünün özel bütçe hesabına yatırılarak, bedelli taahhüt senedi en geç bir ay içerisinde Orman Genel Müdürlüğüne verilir. Bu fıkranın yürürlüğe girmesinden önce verilen izinler ruhsat süresince devam eder ve altı ay içerisinde Genel Müdürlüğe devredilir. Arama faaliyeti için izin verilen alanlarda mücbir sebepler ve kısıtlayıcı yasal hükümler hariç işletme faaliyetine de izin verilir. İzin süreçlerinde mevzuatı gereği alınması gereken kurum görüşleri, çevresel etki değerlendirmesi belgesi gibi belgeler Genel Müdürlükçe alınır. Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından verilen izin, çevresel etki değerlendirmesi yönünden uygun görüş olarak kabul edilir.”

Düzenlemenin önceki halinde (10.06.2010 tarihli 5995 Sayılı Kanun) “Devlet ormanları içinde yapılacak maden arama ve işletme faaliyetleri ile bu faaliyetler için zorunlu ve ruhsat süresine bağlı olarak yapılan geçici tesislere 31/8/1956 tarihli ve 6831 sayılı Orman Kanunu hükümlerine göre izin verilir” şeklinde devlet ormanlarında yapılacak madencilik faaliyetleri için Orman Kanununun uygulanacağı açıkça düzenlenmişken, değişiklikle adeta Orman Kanunu bypass edilmiş,  madencilik için özel düzenleme yoluna gidilmiştir. Genel Müdürlük (MAPEG)’ün istemesi halinde, Orman Genel Müdürlüğü  üç ay içinde 36 aya kadar bedelsiz, ondan sonra bedelli olarak  orman alanını madenciliğe tahsis etmek zorundadır.  Bu düzenlemede, Orman Genel Müdürlüğü’nün talebi geri çevirme yetkisi ortadan kaldırılmış görüntüsü verilmiştir. Orman Genel Müdürlüğü, orman alanının madenciliğe tahsis edilmesini uygun görmezse, MAPEG’in talebini geri çevirebilecek midir? Ciddi bir belirsizlik söz konusudur. Dolayısıyla söz konusu madencilik olunca, Tarım ve Orman Bakanlığı, Orman Genel Müdürlüğü ile bağlı idari kurum ve kuruluşların ormanları koruma görev ve yetkileri ortadan kaldırılmaktadır.

d)  Maden Kanununun değiştirilen 7. madde yedinci fıkrası

“Ruhsat düzenlendikten sonra alan, izne tâbi hâle gelse dahi madencilik faaliyetlerine devam edilir. Ancak ruhsat sahasında kültür varlığının tespiti hâlinde madencilik faaliyetlerine devam edilebilmesi için Kültür ve Turizm Bakanlığının uygun görüşü aranır. Kültür ve Turizm Bakanlığının uygun görüş vermemesi durumunda Genel Müdürlük tarafından hesaplanan yatırım giderleri tutarındaki tazminat, lehine kısıtlama kararı verilen idarenin bütçesinden ruhsat sahibine ödenir.”

Düzenlemenin önceki halinde (10.06.2010 tarihli 5995 Sayılı Kanun) “Madencilik faaliyeti yapılan alanların, izne tabi alan olmaları halinde, ilgili olduğu kanun hükümlerine göre gerekli izinlerin alınması zorunludur” kuralı varken, yeni düzenlemede bu kural yasadan çıkartılmıştır.  Eski şeklinde Ancak, Genel Müdürlükçe işletme ruhsatı verildikten sonra, işletme ruhsat alanının diğer kanunlara göre izne tabi alan haline gelmesi durumunda ilgili kanunların öngördüğü yükümlülüklerin yerine getirilmesi” şeklinde koşullu bir düzenleme varken, yeni şeklindeki “Ruhsat düzenlendikten sonra alan, izne tâbi hâle gelse dahi madencilik faaliyetlerine devam edilir”  cümlesiyle, maden ruhsatı düzenlendikten sonra o alanla ilgili hiç bir koruma kararı alınamayacağı kuralı getirilmiştir. Maden ruhsatları, dokunulmazlığı olan adeta kutsal belgeler haline getirilmektedir.

Değişiklikle ayrıca “Ruhsat sahasında kültür varlığının tespit edilmesi ve bu alanda madencilik faaliyeti için olumsuz görüş bildirilmesi halinde,  Kültür ve Turizm Bakanlığı, söz konusu madencilik faaliyetine ilişkin yatırım giderleri tutarında tazminat ödemek zorunda bırakılmaktadır.”  Bu düzenleme ile koruma kararlarının alınması ve bu alanların korunması fiilen ortadan kaldırılmaktadır. Diğer bir anlatımla, maden ruhsatı düzenlenen sahalarda ortaya çıkacak tarihsel ve kültürel varlığın korunmasında ciddi zaafiyet ortaya çıkacaktır.

e)  Maden Kanununun değiştirilen 7. madde on birinci fıkrası

“Çevresel etki değerlendirmesi işlemleri Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından yürütülür. Çevresel etki değerlendirmesi sürecinde ilgili kurumlar görüşlerini en geç üç ay içinde verir. Kurumların ilave süre talep etmeleri halinde en fazla bir ay ek süre verilir. Tüm değerlendirmelerini tamamlayarak bu süreler içinde görüş bildirmeyen kurumun görüşü olumlu kabul edilir. İzin vermiş kurumlar çevresel etki değerlendirmesi sürecinde olumsuz görüş veremez. Çevresel etki değerlendirmesi olumlu kararı alınan madencilik faaliyetleri için, ilgili kurum tarafından varsa mali yükümlülükler alınarak en geç bir ay içinde diğer işlemler tamamlanır.”

Bu değişiklikle getirilen “Çevresel etki değerlendirmesi sürecinde ilgili kurumların görüşlerini uzatmayla en geç 4 ay içinde vermeleri, sessiz kalmaları halinde olumlu görüş verildiğinin kabul edilmesi” düzenlemesiyle, çevre hukukunun önleme ilkesinin en önemli mekanizması olan Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) süreçlerinin madencilik projelerinde gereken titizlikle yapılması mümkün olamayacaktır.

Diğer yandan yukarıda anlatılan MAPEG’in izin talep süreçlerinde olduğu gibi,

  • ÇED görüşü sorulan kurumun görevlileri araştırma ve incelemelerini 4 ay içinde tamamlayamazlarsa, olumsuz görüş bildirme şansları olamayacaktır. Böylelikle doğası gereği ciddi çevre kirliliği ve bozulmalara yol açan madencilik faaliyetlerinin çevre etki değerlendirmeleri amacına uygun olarak yapılamayacaktır.
  • Olumsuz görüş vermesi gereken durumlarda bundan çekinen görevliler sessiz kalmayı tercih edebileceklerdir. Bu da kamu hizmetlerinin aksaması, görevin ihmali sonuçlarını doğuracaktır.
  • Diğer yandan idare hukukunda (Örneğin 2577 Sayılı Kanunun 10 ve 11.maddeleri) sessiz kalmak talebin zımnen reddedilmesi anlamına gelmektedir. Yasa değişikliğinde bu kural tersine çevrilmektedir.

Düzenlemedeki “İzin vermiş kurumlar çevresel etki değerlendirmesi sürecinde olumsuz görüş veremez” cümlesiyle de Kanunun 7. maddesinin 3. ve 4. fıkralarında maddelerinde MAPEG’in izin talebine karşılık açık ya da zımni olumlu yanıt veren kurumlar ÇED için olumsuz görüş bildiremeyeceklerdir. Oysa MAPEG’in istediği izin ile ÇED raporunun incelenmesi sonunda verilecek görüşün içeriği farklıdır. Daha önce sessiz kalarak zımnen izin veren kurumun ÇED raporuna ilişkin olumsuz görüş bildirememesi ciddi çevresel yıkımlara yol açabilir.

Yukarıda her bir fıkra düzenlemesinden sonra yapılan hukuka aykırılıklardan yola çıkarak yasa değişikliğinin Anayasaya aykırılığı konusundaki değerlendirmelerimiz de şöyledir;

Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Yasaların kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi de hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle, yasa koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir.

Hukuk devletinin temel ilkelerinden biri de “belirlilik”tir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi gereklidir. Belirlilik ilkesi, bireylerin hukuksal güvenliğinin sağlanması bakımından da önem arz etmektedir.

Anayasa’nın 7. maddesinde yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin olduğu ve bu yetkinin devredilemeyeceği belirtilmektedir. 8. maddesinde de, “Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir” denilmiştir. Buna göre, Anayasa’da yasayla düzenlenmesi öngörülen konularda yürütme organına genel ve sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisinin verilmesi olanaklı değildir. Yürütmenin düzenleme yetkisi, sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Bu nedenle, Anayasa’da öngörülen ayrık durumlar dışında, yasalarla düzenlenmemiş bir alanda, yasa ile yürütmeye genel nitelikte kural koyma yetkisi verilemez. Yürütme organına düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının Anayasa’nın 7. maddesine uygun olabilmesi için temel ilkeleri koyması, çerçeveyi çizmesi, sınırsız, belirsiz, geniş bir alanı yönetimin düzenlemesine bırakmaması gerekir.

Anayasa’nın 169. maddesine göre;”… Devlet, ormanların korunması ve sahalarının genişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır. Yanan ormanların yerine yeni orman yetiştirilir, bu yerlerde başka çeşit tarım ve hayvancılık yapılamaz. Bütün ormanların gözetimi Devlete aittir. Devlet ormanlarının mülkiyeti devrolunamaz. Devlet ormanları kanuna göre, Devletçe yönetilir ve işletilir. Bu ormanlar zamanaşımı ile mülk edinilemez ve kamu yararı dışında irtifak hakkına konu olamaz. Ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemez. Ormanların tahrip edilmesine yol açan siyasî propaganda yapılamaz; münhasıran orman suçları için genel ve özel af çıkarılamaz. Ormanları yakmak, ormanı yok etmek veya daraltmak amacıyla işlenen suçlar genel ve özel af kapsamına alınamaz…”

Anayasa’nın 169. maddesinde ormanların ülke yönünden taşıdığı büyük önem gözetilerek, korunmaları ve geliştirilmeleri konusunda ayrıntılı düzenlemelere yer verilmiştir. Bu özel ve ayrıntılı düzenlemenin ülkemizde orman örtüsünün sürekli yok edilmesi gerçeğinden kaynaklandığı kuşkusuzdur. Anayasa’nın 169. maddesinin gerekçesinde de belirtildiği gibi maddenin birinci fıkrası doğal kaynaklarımızın en önemlilerinden biri olan ormanların korunması ve sahaların genişletilmesi için Devlete gereken tedbirleri alıp kanun koymayı ve bütün ormanların gözetimi ödevini getirmektedir. ( Anayasa Mahkemesi’nin 17/12/2002 tarih ve E:2000/75, K:2002/200 Sayılı kararı )

Anayasanın 63. maddesine göre; “..Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlar, bu amaçla destekleyici ve teşvik edici tedbirleri alır…” Anayasanın bu kuralını yaşama geçirmek üzere; yurdumuzdaki milli ve milletlerarası düzeyde değerlere sahip milli park, tabiat parkı, tabiat anıtı ve tabiatı koruma alanlarının seçilip belirlenmesi, özellik ve karakterleri bozulmadan korunması, geliştirilmesi ve yönetilmesine dair esasları düzenlemek amacıyla Milli Parklar Kanunu çıkartılmıştır.

Tarih, kültür ve tabiat varlıkları ile değerlerinin korunması konusunda uluslararası alanda da düzenlemeler yapılmıştır Tüm insanlığın ortak mirası kabul edilen ve doğal ve kültürel varlıkların korunarak yaşatılması ve gelecek kuşaklara aktarılması amacıyla Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü ( UNESCO ) tarafından hazırlanan “Dünya Kültürel ve Doğal Mirasın Korunması Sözleşmesi” 1972 yılında Paris’te gerçekleştirilen toplantıda kabul edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti bu sözleşmeye taraftır, usulüne uygun olarak iç hukukumuzda yürürlüğe girmiştir.  Türkiye Cumhuriyetinin taraf olduğu koruma sözleşmeleri, Anayasanın 90/son maddesi uyarınca öncelikle uygulanması gereken kanunlardır.

Yukarıda yer verilen anayasal kurallar ve çevre hukukunun temel kurallarını içeren Anayasanın 17. ve 56. maddesi ile Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler (yukarıda 1. madde değerlendirmesinde ayrıntılı yer verilmişti) göz önüne alındığında 7554 sayılı Kanunun 3. maddesi ile Maden Kanununun 7. maddesinde yapılan değişiklikler Anayasanın 2., 6.,7., 17. 56., 63., 169. maddelerine aykırıdır.

4)  ZEYTİN KANUNUNU DELMEYE YÖNELİK KİŞİYE ÖZEL ADRESE TESLİM YASA

Daha önce yönetmelik değişikliği ile 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanunun 20.maddesi düzenlemesi delme girişimi olmuştu. Zeytincilik Kanunu’nu delme girişimi bu kez yasayla yapılmak isteniyor.

Yasa değişikliğinin 11. maddesi ile 3213 sayılı Kanuna aşağıdaki geçici madde eklenmiştir: Ayrıca yasa değişikliğine konum alanlara ilişkin haritalar ile listeler yasaya eklenmiştir. .

“GEÇİCİ MADDE 45- Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihte ruhsat sahibi veya rödövansçı olan gerçek veya tüzel kişiler tarafından ülkenin elektrik ihtiyacını karşılamak üzere yürütülen madencilik faaliyetlerinin tapuda zeytinlik olarak kayıtlı veya fiilî olarak üzerinde zeytinlik bulunan bu Kanuna ekli Harita ve Koordinat Listesi sınırları içindeki alanlara denk gelmesi ve faaliyetlerin başka alanlarda yürütülmesinin mümkün olmaması durumunda, madencilik faaliyeti yürütülecek kısımdaki zeytin ağaçlarının maden sahalarının bulunduğu ilçe ve il sınırlarına öncelik vermek suretiyle taşınmasına, sahada madencilik faaliyetleri yürütülmesine ve bu faaliyetlere ilişkin geçici tesisler inşa edilmesine kamu yararı dikkate alınarak Bakanlıkça izin verilebilir.

Zeytin ağaçlarının taşınmasından kaynaklanan tüm masraf ve taleplerden madencilik faaliyeti yürütmesi yönünde lehine karar verilen kişi sorumludur. Zeytin ağaçlarının taşınmasının mümkün olmadığı durumlarda ise ilgili sahada madencilik faaliyetleri yürütülmesine ve bu faaliyetlere ilişkin geçici tesisler inşa edilmesine kamu yararı dikkate alınarak Bakanlıkça izin verilebilmesi için, iznin öncesinde aralarında biyolog ve ziraat mühendisinin de bulunduğu uzman kişilerden alınan görüşler doğrultusunda Bakanlıkça belirlenecek alanda dikim normlarına uygun, faaliyet yürütülecek alan ile eş değer büyüklükte izin verilecek maden sahalarının bulunduğu ilçe ve il sınırlarına öncelik verilmek suretiyle taşınan ve taşınamayan zeytin ağacı sayısının en az iki katı zeytin ağacı ile oluşan zeytin sahası tesis edilmesi zorunludur.

Bu madde kapsamında zeytinlik olarak kayıtlı alanlar veya fiilî olarak üzerinde zeytinlik bulunan alanlarda madencilik faaliyeti yürütülen her yıl için, bu sahaların rehabilitasyon çalışmalarını temin etmek üzere ruhsat sahibinden işletme ruhsat bedeli kadar ayrıca tahsilat yapılır. Bu sahalar madencilik faaliyetlerinin öncesinde sahada bulunan zeytin ağacı sayısı ile aynı sayıda zeytin ağacı dikilerek rehabilite edilir. Zeytin ağaçlarının taşınması ile zeytin sahası tesis edilmesine ilişkin usul ve esaslar Bakanlıkça belirlenir.

Bu madde kapsamında, yeni tesis edilecek zeytin bahçeleri ile taşınacak zeytin ağaçları için Hazine taşınmazlarına ihtiyaç duyulması halinde, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığınca uygun görülenler veya maden sahalarının bulunduğu il sınırlarında kamu iktisadi teşebbüslerine ait taşınmazlardan ilgili kamu iktisadi teşebbüsünce uygun görülenler, zeytinliği kamulaştırılan taşınmaz maliklerinden talep edenlere 2/7/1964 tarihli ve 492 sayılı Harçlar Kanununun 63 üncü maddesinde yer alan harca esas değerin yüzde biri üzerinden yirmi yıl süre ile doğrudan kiralanabilir. Kira süresi sonunda bakım yükümlülüklerini yerine getirdiği tespit edilen ve talepte bulunan kiracıların kira süresi onar yıl süreyle uzatılabilir.”

Önce Yönetmelik ile Kanunu delme girişimi; Muğla- Milas-İkizköy’deki Akbelen Ormanının Yeniköy, Kemerköy Termik Santralleri için linyit madeni işletmesine tahsisi işleminin iptali davasının keşfinin yapılacağı gün Resmi Gazetede bir yönetmelik yayımlanmıştı. 01/03/2022 tarihli ve 31765 sayılı Resmi Gazete’de Maden Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik yayımlanmış ve yürürlüğe girmişti. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından hazırlanan Maden Yönetmeliği’nin 115. maddesine aşağıdaki fıkra eklenmişti.

”(4) Ülkenin elektrik ihtiyacını karşılamak üzere yürütülen madencilik faaliyetlerinin tapuda zeytinlik olarak kayıtlı olan alanlara denk gelmesi ve faaliyetlerin başka alanlarda yürütülmesinin mümkün olmaması durumunda madencilik faaliyeti yürütecek kişinin faaliyetlerin bitiminde sahayı rehabilite ederek eski hale getireceğini taahhüt etmesi şartıyla Genel Müdürlük tarafından belirlenen çalışma takvimi içerisinde zeytin sahasının madencilik faaliyeti yürütülecek kısmının taşınmasına, sahada madencilik faaliyetleri yürütülmesine ve bu faaliyetlere ilişkin geçici tesisler inşa edilmesine kamu yararı dikkate alınarak Bakanlıkça izin verilebilir. Zeytin sahasının taşınmasının mümkün olmadığı durumlarda sahada madencilik faaliyetleri yürütülmesine ve bu faaliyetlere ilişkin geçici tesisler inşa edilmesine kamu yararı dikkate alınarak Bakanlıkça izin verilebilmesi için madencilik faaliyeti yürütecek kişinin madencilik faaliyetleri bitiminde sahayı rehabilite ederek eski hale getireceğini ve Tarım ve Orman Bakanlığınca uygun görülecek alanda dikim normlarına uygun, faaliyet yürütülecek saha ile eşdeğer büyüklükte zeytin bahçesi tesis edeceğini taahhüt etmesi zorunludur. Bu fıkra kapsamında zeytin sahasının taşınmasına ilişkin tüm masraflardan ve zeytin sahasının taşınmasından kaynaklanan tüm taleplerden madencilik faaliyeti yürütmesi yönünde lehine karar verilen kişi sorumludur. Bu fıkra kapsamında zeytin sahasının taşınmasına ilişkin usul ve esaslar Tarım ve Orman Bakanlığının uygun görüşü alınarak Bakanlıkça, zeytin bahçesi tesis edilmesine ilişkin usul ve esaslar Tarım ve Orman Bakanlığınca belirlenir.”

Yönetmelik değişikliğine karşı çok yoğun toplumsal tepki oldu, onlarca dava açıldı, Danıştay 8. Dairesi adeta kilitlendi.  Önce yürütmeyi durdurma ardından iptal kararları verildi. İptal kararının gerekçesi özetle şöyleydi: “…3213 sayılı Maden Kanunu’nun 7. maddesinin 7. fıkrasında, madencilik faaliyeti yapılan alanların, izne tabi alan olmaları halinde, ilgili olduğu kanun hükümlerine göre gerekli izinlerin alınmasının zorunlu olduğu kurala bağlanmış, 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanunun 20.maddesinde ise; zeytinlik sahalarının daraltılması,  zeytinlik sahaları içinde ve bu sahalara en az 3 kilometre mesafede zeytinyağı fabrikası hariç zeytinliklerin vegatatif ve generatif gelişmesine mani olacak kimyevi atık bırakan, toz ve duman çıkaran tesis yapılması ve işletilmesi yasaklanmıştır. (…) Maden Kanununda madencilik faaliyetleri için, ilgili kanun hükümlerine yapılan atıf ve 3573 sayılı Kanun ile getirilen sınırlamalar ve yasaklamaların Yönetmelikle ile ortadan kaldırılması mümkün olmadığından, 3213 sayılı Kanunda ya da 3573 sayılı Kanunda değişiklik yapılmaksızın dava konusu Yönetmelik değişikliği ile zeytinlik alanlarda madencilik faaliyetine davalı İdarenin (Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı) izni ve madencinin taahhütnamesi ile olanak sağlayan düzenlemede hukuka uyarlık görülmemiştir…

Bu arada Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Resmi Gazete’nin 11 Aralık 2022 tarihli sayısında yayımlanan (yeni) Maden Yönetmeliği ile Danıştayın iptal ettiği Yönetmelik değişikliğini hukuk aleminden kaldırdı.

Zeytin Kanunu’nu delme girişimi şimdi incelemeye konu yasa değişikliği ile yapılmaya çalışılıyor. Değişiklik, sözüm ona Danıştay’ın iptal gerekçesine uygun yapılmaya kalkışılmış. Ancak şimdiye kadar zeytinlikler konusunda verilen yargı kararlarının gerekçeleri tam olarak karşılanamamıştır.

Yukarıda yer verildiği üzere, 01.03.2022 tarihinde yürürlüğe giren  Maden Yönetmeliği değişikliği iptalinde Danıştay iki ayrı yasal düzenlemeye dayanmıştır. Bunlardan bir tanesi “3213 sayılı Maden Kanunu’nun 7. maddesinin 7. fıkrası”, diğeri de 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanunun 20.maddesi”dir.

Bu kanun değişikliği ile yukarıda anlatıldığı gibi, Maden Kanunu 7. maddesinin 7. fıkrasından Madencilik faaliyeti yapılan alanların, izne tabi alan olmaları halinde, ilgili olduğu kanun hükümlerine göre gerekli izinlerin alınması zorunludur,” çıkartılmış yerine Ruhsat düzenlendikten sonra alan, izne tâbi hâle gelse dahi madencilik faaliyetlerine devam edilir” cümlesi getirilmek suretiyle Danıştayın iptal gerekçesi ortadan kaldırılmaya çalışılmış. Ancak 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanunun 20. maddesinde değişiklik yapılmadan kişiye özel adrese teslim yasa değişikliği yapılmıştır.

Değişiklik, Yasaların Genelliği İlkesine aykırıdır;

Anayasa’nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı,  başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk Devleti, insan haklarına saygı gösteren ve bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasa’ya uyan devlettir. Anayasa’nın egemenliği ve bağlayıcılığı yanında yasa koyucunun uymak zorunda bulunduğu ilkeler ve evrensel hukuk kuralları da vardır. Kamusal yetkilerin kaynağı, dayanağı ve sınırı olan Anayasa’nın herhangi bir maddesine aykırı bir yasa kuralı, doğal olarak hukuk devleti ilkesiyle de bağdaşmaz.

Anayasa Mahkemesinin 20.11.1996 günlü, E. 1996/58, K.1996/43 sayılı kararında da belirtildiği üzere, hukuk Devleti olabilmenin en önemli göstergelerinden biri “yasaların genelliği” ilkesine uyulmasıdır.  Yasaların genelliği ilkesi özel, aktüel ve geçici bir durumu gözetmeyen, belli bir kişi veya kuruluşu hedef almayan, aynı statü ve durumda olan herkesi kapsayan kuralların getirilmesini zorunlu kılar.

Yasa değişikliği ile harita ve koordinatlar belirtilmek suretiyle Yatağan Termik Santrali’ni işleten Aydem Enerji bağlı ortağı olan Yatağan Termik Enerji Üretim A.Ş ile Yeniköy ve Kemerköy Termik Santrallerinin işleticisi  IC İÇTAŞ Enerji ve Limak Enerji ortaklığıyla kurulan Yeniköy Kemerköy Elektrik Üretim ve Ticaret A.Ş. lehine yasa yapılmıştır. Bu açıkça yasaların genelliği ilkesine, dolayısıyla Anayasanın 2. maddesine aykırıdır.

Diğer yandan Tarım ve Orman Bakanlığı’nın yetkisinde olan zeytinliklerle ilgili 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanunun bypass edilmek suretiyle yukarıda söz edilen iki şirket lehine özel yasa çıkartılmıştır.  Bu aynı zamanda kanun önünde eşitlik ilkesini düzenleyen Anayasanın 10. maddesi ile idarenin bütünlüğü ilkesini düzenleyen Anayasanın 123. maddesine aykırıdır.

Anayasası’nın 45. maddesinde; “Devlet, tarım arazileri ile çayır ve  mer’aların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek, tarımsal üretim planlaması ilkelerine uygun olarak bitkisel ve hayvansal üretimi artırmak maksadıyla, tarım ve  hayvancılıkla uğraşanların işletme araç ve gereçlerinin ve diğer girdilerinin sağlanmasını  kolaylaştırır” hükmü yer almaktadır.

Anayasa’nın 90. maddesi çerçevesinde, 01/12/2009 tarihli ve 5929 Sayılı Kanunla katılmamız uygun bulunan ve 20/02/2010 günlü, 27499 Sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan  “2005 Uluslararası Zeytinyağı ve Sofralık Zeytin Anlaşması”nın 1. maddesinde; sözleşmenin genel amacının, dünya zeytin yetiştiriciliğinin entegre ve sürdürülebilir gelişimi  için uluslararası işbirliğini güçlendirmek; ürün kalitesini iyileştirmek ve buna dikkati çekmek  için gösterilen çabalar  ve atılan adımları ilerletmek; bilhassa çevrenin korunması ve muhafaza edilmesi  maksadıyla zeytincilik ve çevre arasındaki etkileşimi iyileştirmek için gösterilen çabalar ve  atılan adımları ilerletmek; zeytin ağaçlarının genetik kaynaklarının muhafaza edilmesi için  faaliyetler yürütmek olduğu belirtildikten sonra 34. maddesinde; üyelerin, zeytin ve  zeytinyağı üretiminin tüm aşamalarında çevresel ve ekolojik hususlara gereken önemi  vereceği ve Üyeler Konseyi tarafından bu alanda karşılaşılan herhangi bir problemin iyileştirilmesi veya çözülmesi için gerekli addedilen faaliyetleri yürütmeyi üstleneceği  vurgulanmıştır.

Bu anlaşmaya uygun olarak3573 Sayılı Zeytinciliğin Islahı, Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun’un 17. maddesinin 1. fıkrasında, “Devlet; zeytinciliğin ıslahı, yeni zeytin dikim alanlarının tespiti, zeytin dikim ve yetiştirilmesinin teşviki ile verimin artırılması, hastalık ve  zararlılarla mücadele ile ürün elde etmekte masrafları azaltıcı araç ve gereçlerin imal ve  ithalinde gerekli kolaylıkları sağlar.“; 20. maddesinde, “Zeytinlik sahaları içinde ve bu  sahalara en az 3 kilometre mesafede zeytinyağı fabrikası hariç zeytinliklerin vegatatif ve  generatif gelişmesine mani olacak kimyevi atık bırakan, toz ve duman çıkaran tesis  yapılamaz ve işletilemez. Bu alanlarda yapılacak zeytinyağı fabrikaları ile küçük ölçekli  tarımsal sanayi işletmeleri yapımı ve işletilmesi Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığının  iznine bağlıdır. Zeytincilik sahaları daraltılamaz..” düzenlemesi yer almaktadır.

Yukarıda yer verilen uluslararası Anlaşma, Anayasal ve yasal düzenlemelere göre;  zeytinliklerin korunması ve amaç dışı kullanılması ile tahribinin önlenmesi kamu idarelerinin görevidir. Zeytinlik alanlarındaki faaliyetler, Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından çıkartılan düzenlemeler ve emirlerle yapılması zorunludur. Yasa değişikliği ile bu kurallar yok sayılarak Tarım ve Orman Bakanlığı’nın yetkilerinin,  Enerji ve Tabii, Kaynaklar Bakanlığı tarafından, özel kişiler için kullanılması sağlanmaya çalışılmaktadır.

Bu nedenle yasa değişikliği yukarıda belirtilen aykırılıkların yanı sıra, Anayasa’nın 90. maddesi çerçevesinde, 01/12/2009 tarihli ve 5929 Sayılı Kanunla katılmamız uygun bulunan ve 20/02/2010 günlü, 27499 Sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan  “2005 Uluslararası Zeytinyağı ve Sofralık Zeytin Anlaşması”na da açıkça aykırıdır.

Yukarıdaki düzenlemeler dışında, Yasanın 14.,15.,16.,17.,18. ve 19. Maddeleri düzenlemelerinin de anayasa aykırı olduğu kanaatindeyiz. Bu düzenlemelere ilişkin çalışma yapılması halinde ekleme yapılacaktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir