Kartal Dağı’nda bir Kumru – Özer Akdemir
İçinde birikenler ‘offf’ demeyle çıksaydı eğer, ne derdi kalırdı Kumru’nun, ne gamı, kasveti. Oysa çıkmıyordu bir türlü!
İçinde biriktirdikleri dünden bugüne getirdikleriydi çoğunlukla. Yaşı otuzu yeni görmüştü ancak dertleri yaşını da başını da aşalı yıllar olmuştu.
Ne ara bu kadar dert biriktirmişti? Ne zaman iki çocuğu olmuştu? Ne gün kendisi çocukluktan çıkmıştı Kumru’nun?
Doğduğu köyün gündüz vakti çöl sıcağı altında ıpıl ıpıl yanan bozkırından ne zaman kalkıp Küçük Menderes Ovası’na tepeden bakan bu Ege köyüne gelin gelmişti? Bunlara bazen kendisi de şaşıyor, aklı almıyordu. Oysa buradaydı işte, Kartal Dağı’nda. Kartal Dağı’nın bağrına yaslanmış, incir, zeytin, çam ağaçları içinde kaybolan bir dağ köyünde.
Nemden ve ardı kesilmeyen yağmurlardan bıktığında Nusaybin’in bulutsuz göğünü ve kuru toprağın bağrından tüten sarı sıcaklarını arardı. O sarı sıcakların tenini yakmasını, alnında domur domur ter peydahlamasını, nefesini kesmesini özlerdi. Özlerdi de özledikleri bin kilometre ve belki bin yıl ötedeydi…
Her biri bir insan başı büyüklüğünde koca koca taşlarla kaplı tarlalarında rahmetli eşiyle sabahın erinden, gecenin kör karanlığına kadar didinip durdukları, dünyanın bütün yükünü omuzlarında duydukları, geceleri kuru ekmeğe ve yavan bulgur aşına kaşık salladıkları, yorgunluktan oracığa kıvrılıp yattıkları zamanları böylesine özlemle arayacağını nereden bilirdi ki? Öyle özlem duyuyordu geçmişine, memleketine. Sılada, kurumuş otlar, serin selviler ve kan kızılı güllerle bezeli bir mezarlıkta yan yana bıraktığı ana-babası da çıkmıyordu aklından hiç.
Her dakika canına batan bir diken gibiydi özlem. Gözlerini kaplayan bulut, yüreğinin üzerine oturan koca bir dağ idi. Öyle bir özlemdi ki her ‘off’ çekişte derdini daha da demliyor, azalması bir yana ha bire içindeki ateşi besliyordu.
Böyle, özlem nöbeti geldiğinde (Doktor başka bir şey söylemişti bu krizlerin adına) durduğu yerde duramaz oluyor, alıp başını köyün dışına vuruyor, çoğunlukla da kahvehanenin arkasındaki Büyükkale’ye çıkıyordu. Rahmetli eşinden bin kat daha anlayışlı ve sevecen olan yeni eşi de, artık ergenliğe adım atan kızı Rojda da, küçük oğlu Rüstem de, köylüler de alışmışlardı onun bu hallerine.
Önce eli, ayağı duruyor, esmer yüzüne iki zeytin tanesi gibi yakışan kara gözleri sabit bir noktaya dalıp kalıyor, nefes bile aldığı fark edilmiyordu. Bu hallerinde konuşsanız sizi duymaz, dokunsanız anlamaz, etini koparsanız acımazdı.
*
Çay ocağının altındaki suyu tazelerken anladı nöbetin geldiğini. Su bidonunu ocağın yanına bırakıp kahveden kendisini dışarı attı. Kızı Rojda arkasından baktı bir süre. Anasının peşinden gitmek isteyen Rüstem’i yanına çağırdı. Eşi de alışkın bir anlayışla izledi koşar adım yürüyen Kumru’yu. Nereye, neden gittiğini biliyordu, o yüzden artık merak etmiyordu.
Kumru, köyün hemen dışındaki tepeye ve üstündeki kayalığa doğru yürürken aklı başında değildi. Kalenin yosun tutmuş basamaklarını alışkın adımlarla tırmanıp en tepesine çıktı bir solukta. Hayıtlar, makiler ve kızılçamların arasında kalmış iri kayaların oluşturduğu bu tepeye köylüler Büyükkale diyorlardı. Eskiden burada bir kale olduğu söyleniyordu ama şimdi bu kayalığa kale denmesini haklı çıkaracak tek şey kayanın tepesine doğru oyulmuş ve yıllar içinde aşınmalarla yok olmaya yüz tutmuş basamaklardı. Kale’nin tepesinde bir kızılçam, kayanın yarıklarından kendisine yol açmış tepede bir bayrak direği gibi dikilip kalmıştı. Kumru, Kale’ye çıkınca çamın dibine oturur, sırtını ağaca yaslar ve içini çeke çeke ağlardı.
Çoğu zaman sessizce ağlardı. Bazen ise iyice boşalırdı sinirleri, hıçkıra hıçkıra, elini dizine vura vura dökerdi gözyaşlarını. Bir süre sonra durulur, ağlaması geçer uykudan uyanır gibi kendine gelirdi. Utanmış, ürkek, bitkin bakardı etrafına. Annesinin çocukken söylediği Kürtçe bir türküyü fısıldayarak inerdi kaleden. Gözyaşını içine gömerdi evine dönerken.
Qumrîka li ser zinara (Kayaların üstündeki kumru)
Delala li ser zinara (Kayaların üstündeki güzel)
Kulîlka nava dara belê (Ağaçların arasında açan çiçek)
Heyfa çavên reşbelek (Yazık ki o kara gözlere)
Ketiye destê neyara (Düşmüş düşman eline)
**
“Psikolojim bozuktu ne zamandır, şimdi düzeldim. Ellerim kollarım tutmuyordu, böyle kırılmış kuş kanadı gibi iki yana sarkık kalıyordum. Şimdi iyiyim” dedi. Küçük bir göz odadan ibaret kahvenin önünde, sonbahar serinliğine karşı öğle güneşinin vurduğu tahta bir masada oturuyorduk.
Kahvenin içindeki duvarlara çiçek resimleri yapılmıştı. Duvarın birinde kuyruğu rengarenk, ucunda maviş gözler bulunan tavus kuşu çiziliydi.
İsli soba borusunun girdiği duvara ise Dicle’nin resmi yapılmıştı. Doruğunda beyaz karlar görünen, tepesinde küçük bir bulut resmedilen dağın yamacından kıvrılarak gelen ırmak, odanın kapısından sanki dışarıya çıkmak istermiş gibi akıyordu.
“Eşim çizdi” dedi, resimlere dikkatle baktığımızı görünce.
Bir çay içimi sohbet ettik Kumru’yla. Biz İzmir’den köydeki ÇED toplantısına gelmiştik. Yanımızda Aydın’dan, Germencik’ten, Çine’den arkadaşlar vardı. Kimi Madran Dağı’nı anlattı, dağdaki madenleri, kimi Aydın Ovası’nı çürük yumurta gibi kokutan jeotermalleri.
Oysa tüm bunları dinlerken yüzü gülüyordu Kumru’nun. O da Nusaybin’den kendisini ve çocuklarını buraya atan rüzgardan bahsetti. Eski eşinden ‘öldü’ diye bahsetti. Biz de sormadık sonrasını.
Gözünün biri şehla bakan, ince dal gibi bir adam olan yeni eşinden sevecenlikle söz etti. Yüzü muzipçe ışıldadı onun Arnavut inadından bahsederken. “Ama o da Kürt inadıyla tanıştı” dedi gülerek.
Kalabalıkları sevdiğini söyledi. Ne zamandır böyle bir kalabalık görmemişti, heyecanlıydı. Elindeki “Kartal Dağı’nı rahat bırakın” yazılı dövizi sıkı sıkı tuttuğundan belliydi heyecanının nedeni. Eylemlere alışkındı geldiği yerden. Nusaybin’de de ilçe yolunu kesen jandarmalara yakalanmamak için dizlerine gelen karın içinde ya da çamurlara belenerek köyden kilometrelerce yürüyerek giderlerdi Newroz şenliklerine.
Kartal Dağı’nda ne zaman mermer ocağına karşı köylerde bir hareketlilik başladı, rüzgar direklerinin dağın tepesine beton dökülerek dikileceği duyuldu Kumru’nun da sıla özlemi dindi. Kendilerinkinden daha geniş olan yan kahvedeki akşam toplantılarına gidiyor, anlatılanları can kulağı ile dinliyordu. Bazen resmi bir heyet geldiğinde köyünün diğer kadınlarıyla birlikte elinde dövizler, pankartlar en önde yürüyordu, “RES, maden istemiyoruz” diye slogan atıyorlardı. Kolundaki uyuşukluk, başındaki ağrılar, dilindeki tutukluk hep gitmişti. Köylülerin dağlarını korumak için endişeyle böylesine yürekten ayağa kalkmaları Kumru’yu kendine getirmişti. Kumru yeniden dirilmişti sanki. Dicle gibi bazen durgun, bazen coşkun ama hiç durmadan akan bir su gibi hayatın akışına vermişti kendini.
Kumru içindeki boşluğu dolduran bu kavga isteğine, heyecana, yaşama sevincine şaşıyordu bazen. Yine de ne kendisi, ne çocukları, ne eşi bu mucizevi değişimden şikayet ediyorlardı.
Kaleye çıkışları kalmamış, gözleri şiş eve dönüşleri unutulmuş, kendinden geçtiği o nöbetler bıçak gibi kesilmişti. Yaşamı ve yaşadığı yeri korumak, daha birkaç yıl önce Nusaybin sokaklarında ana dilinde özgürlük türküleri söylemek için yaptıkları eylemler kadar büyük bir güç vermişti Kumru’ya.
Direniş Kumru’yu kendine getirmişti. Nusaybin’den kanat açan Kumru, teleğinin birini Dicle’nin suyunda bırakarak Kartal Dağı’na yuvasını kurmuştu.
* Kartal Dağı mücadelesinden bir eko-kurgu öyküsü
Kaynak: https://www.evrensel.net/yazi/90240/kartal-daginda-bir-kumru